10 July 2016

Körfez Köprüsü ve bir Osmanlı Geleneği





[9 Temmuz, 2016'da Cumhuriyet'e gönderildi]



Elektrik faturalarının belli bir yüzdesi olarak ödenen TRT payı yasal mıdır? Elbette yasaldır. İptali için mahkeme mahkeme dolaşmak abesle iştigaldir. Adil midir? Hangi açıdan baktığınıza göre değişir. Ama kesin olan bir şey var: Ödediğimiz bu paraların çarçur edildiği. Bunun en güncel kanıtı ise bir alay insanın Fransa'ya Avrupa Kupası'nı izlemeye gönderilmesi; bize maç anlatan kişilerin defalarca “işte bakın” diye ayıp sayılacak bir hitap biçimiyle güya bizim farkında olmadığımız incelikleri bize göstermeye çalışması; en acısı da, herhalde dil bilmediklerinden dolayı olsa gerek, turnuvaya katılan takımların herhangi bir oyuncusu, yöneticisi veya teknik direktörü ile ropörtaj yapamayıp birbirleriyle ropörtaj yapmalarıdır. Sorgulanması ve sonuna kadar hesap sorulması gereken konu budur.

Körfez geçişinde, yapımcı ve işletici şirketlere belirli sayıda geçişin garanti edilmesi, geçişler bu sayıya ulaşmadığı takdirde farkın, bu köprüden değil geçmek köprüyü belki hayatında bile görmeyecek olanların ödediği vergilerden karşılanması yasal mıdır? Elbette yasaldır. Adil midir? Devletin maliye politikası araçlarını kullanarak belirli bir gelir grubundan başka bir gelir grubuna transferler yapması her ülkede görülen bir olgudur. Bu politikanın temel amacı gelir eşitsizliğini azaltmaktır.

IMF Birinci Başkan Yardımcısı David Lipton'a göre devletin gelir dağılımını mali politikalar yoluyla düzeltmeye çalışması gelişmiş ekonomilerde başarılı olmakta, Türkiye gibi ülkelerde ise, amaçlananın tam tersine, gelir dağılımını daha da bozmaktadır. Körfez Köprüsü geçiş garantisi, David Lipton'ın yılda sadece birkaç kez yaptığı konuşmalarından birinde bu bozulmaya örnek gösterilirse hiç şaşırmamak gerekir çünkü Lipton bile bu garantinin adil olmadığını kabul edecektir.

Garantili gelir fikri gökten zembille inmedi. Günümüzde bu yöntemin en önemli destekçisi 1999 yılında kurulan ve yöneticilerinden bir tanesi dışında tümünün Dünya Bankası mensubu olan, dilimize Kamu-Özel Altyapı Danışma Hizmeti diye çevirebileceğimiz PPIAF kısaltmasıyla bilinen kuruluştur. Bu kuruluşun web sitesine bir göz atarsanız, özel şirketlerin altyapı yatırımlarına özendirilmesi için kamu sektörünün ne tür kolaylıklar sağlaması gerektiği konusunda sayfalar dolusu öneriler görürsünüz.

Ne var ki, PPIAF aslında, 19. Yüzyılda Güney Amerika ülkeleri, Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi ülkelerin altyapı yatırımları için yabancı sermaye çekme çabalarının günümüz koşullarına uyarlanmış ve kurumsal bir yapıya bürünmüş bir kopyasınden başka bir şey değildir.

Osmanlı Devleti, özellikle demiryolları yatırımları için, iki temel özendirici kullanırdı. İzmir-Aydın Demiryolu örneğinde olduğu gibi, şirket sermayesinin belirli bir oranı kadar yıllık kâr garantisi vermek ve eğer şirket bu kâra ulaşamazsa aradaki farkı ödemek; veya, Anadolu Demiryolları örneğinde olduğu gibi, kilometre başına kâr garantisi vermek. (Belki de bu yüzden 19 Yüzyılda birçok ülkede bu tür bir garanti ile yapılan demiryolları düz ovada bile yılan gibi kıvrıla kıvrıla giderler).

Yasallığı konusunda da adil olmadığı konusunda da hiçbir kuşku bulunmayan Körfez Köprüsü garantisi Osmanlı politikasının uzantısından başka bir şey değildir.

28 May 2014

Montaj, Dublaj bir Senaryo



10 Temmuz, Perşembe: ABD Merkez Bankası (FED) tahvil alımlarının yıl sonuna kadar tümüyle durdurulacağını açıkladı. Bir aylık ABD doları LIBOR oranı 100 baz puan yükselerek %1,15 oldu. 10 ve 30 yıllık ABD Hazine tahvillerinin getirileri, sırasıyla, %3 ve ve %3,9'a yükseldi.

11 Temmuz, Cuma: İstanbul Borsası güne %4 kayıpla başladı. Seans sonuna doğru kayıp %7'ye yaklaştı. Serbest piyasada ABD doları 2,48 TL'ye, avro 3,40 TL'ye yükseldi.

14 Temmuz, Pazartesi: Borsadaki kayıplar devam ediyor. Merkez Bankası'ndan akşam saatlarında yapılan açıklamaya göre iki gün içinde Türkiye'den çıkan döviz tutarı 4 milyar dolara yaklaştı.

15 Temmuz, Salı: Öğle saatlarında bir aylık LIBOR'un %1,47'ye yükselmesi üzerine olağanüstü toplanan Para Politikası Kurulu, piyasa yapıcısı bankalara repo yoluyla tanınan borçlanma faiz oranını %14'e, Merkez Bankası borçlanma faiz oranını %10'a yükseltti.

16 Temmuz, Çarşamba: Hazine'nin dolar ve avro cinsinden ihraç ettiği tahvillerin dış piyasalardaki fiyatları düşerken Hazine Müsteşarlığı, Mayıs ayı ortalarında yabancıların elinde bulunan 112 milyar dolar tutarındaki hisse senedi ve devlet iç borçlanma senetlerinin tutarının 104 milyar dolara gerilediğini açıkladı.

Bu açıklamanın hemen ardından Merkez Bankası bir gün içinde 11 milyar doların daha yurtdışına çıkarıldığını fakat döviz rezervlerinin güçlü olması nedeniyle faizlerde herhangi bir artış yapılmayacağını, piyasa kuru üzerinden talep edilen miktarda dolar ve avro satılacağını duyurdu.

17 Temmuz, Perşembe: Dört büyük mevduat bankası yeni faiz oranları açıkladı. Buna göre, bir aylık mevduat faiz oranı %14-%16, kredi faiz oranı ise %26-%28 oldu. Döviz kurları artmaya devam etti.

Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu (BDDK), bankaları soğukkanlı davranmaya çağırdı ve yeni açılacak ipotekli konut kredilerinde peşinat tutarının yükseltilmesinin sağlıklı bir gelişme olacağını duyurdu. İnşaat şirketleri ve gayrımenkul yatırım ortaklıkları konut satışlarındaki peşinat/özkaynak artırımının sektörü olumsuz yönde etkileyeceğini; bir bölüm satışlarını zaten kendi imkanlarıyla finanse ettiklerini, bankaların peşinatı artırması durumunda bu finansmanı daha da artırabileceklerini açıkladı.

Merkez Bankası, akşam saatlerinde, 10 Temmuz'dan bu yana yurtdışına çıkarılan döviz tutarının 21 milyar dolara yaklaştığını; buna rağmen alıcılardan gelen tüm taleplerin anında ve eksiksiz karşılandığını ve karşılanmaya devam edeceğini duyurdu.

Başbakan bir televizyon kanalına verdiği röportajda, Merkez Bankası'nın faizleri düşürmesi gerektiğini, döviz rezervlerinin her türlü durumda ülke için yeterli düzeyde olduğunu söyledi.

18 Temmuz, Cuma: IMF ve bazı uluslararası finans kuruluşları, Türkiye'de faizlerin yükselmemesi halinde döviz çıkışlarının devam etmesinin kaçınılmaz olduğunu, çıkışların bu hızla sürmesi durumunda Türkiye'nin yakın gelecekte kısa vadeli dış yükümlülüklerini karşılayamaz hale geleceğini iddia etti.

Başbakan tüm televizyon kanallarında canlı olarak yayımlanan basın toplantısında, bazı olumsuz gelişmelerden dolayı ortaya çıkan rahatsızlıklar dışında ekonominin herhangi bir kaygıya yer vermeyecek kadar düzgün işlediğini, bankacılık ve inşaat sektörünün gayet sağlam olduğunu söyledi.

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları, Türkiye'deki bankaların yatırım veya satış amaçlı olarak ellerinde tuttukları devlet iç borçlanma senetlerinin piyasa değerlerindeki büyük düşüşe dikkat çekerek bu senetlerin risk ağırlıklarının bankalar tarafından hala “sıfır” olarak kabul edildiğini, halbuki risk ağırlığının ülke riski düzeyinde değerlendirilmesi halinde bir çok bankanın sermaye yeterliği rasyosunun kabul edilebilir düzeyin çok altına düşeceğini iddia etti.

21 Temmuz, Pazartesi: Merkez Bankası sabah saatlerinde yaptığı açıklamayla faiz oranlarının 1000 baz puan artırıldığını duyurdu. Bu açıklama üzerine döviz kurlarındaki artış eğilimi durdu. Ticari bankalar yeni mevduat ve kredi faizlerini Merkez Bankası'na paralel olarak yükselttiklerini duyurdular.

İnşaat şirketleri ve gayrımenkul yatırım ortaklıkları, faiz artırımının intihar demek olduğunu, bu denli yüksek faizlerle konut kredisi kullanımının duracağını, sektörün büyümesindeki ivmenin kesileceğini iddia ederek faiz oranları makul düzeylere ininceye kadar yeni projelere başlamayacakları gibi, devam etmekte olan projeleri de durduracaklarını açıkladılar.

Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi (TBBRM), son bir hafta içinde ipotekli konut kredisi kullanımında %21'lik bir azalma olduğunu, buna karşılık konut kredisi taksitlerinin ödenmesinde temerrüd oranının kaygı verecek biçimde arttığını duyurdu.

22 Temmuz, Salı: Altı büyük inşaat şirketi gazetelere verdikleri tam sayfa ilanlarda, ellerinde bulunan konutları almak isteyenlere banka kredisi kullanmamalarını tavsiye ederek, tüm satışlarını kendilerinin %10 peşinat ve faizsiz 10 yıl vade ile finanse edeceklerini açıkladılar.

Başbakan, Merkez Bankası'nın ve ticari bankaların faiz artırmalarını şiddetle eleştirdi. Faizler artmadan da döviz kurlarındaki artışın ve yurtdışına döviz çıkışının engellenebileceğini, tarihte bunun örnekleri olduğunu söyledi.

Hemen ardından döviz kurları tekrar yükselişe geçti ve Merkez Bankası üç işgünü boyunca döviz satmayacağını duyurdu.

23 Temmuz, Çarşamba: Türkiye'nin kredi notu iki derece birden düşürüldü. Başbakan, ülkenin “uluslararası bir komplo” ile karşıkarşıya olduğunu söyledi.

Ticari bankalar, ipotekli konut kredilerini durdurduklarını açıkladı.

24 Temmuz, Perşembe: Serbest piyasada dolar 4 TL, avro 5,5 TL üzerinden işlem gördü. Merkez Bankası, döviz çıkışlarının yavaşlamakla birlikte devam ettiğini iki hafta içinde 38 milyar dolara yaklaştığını açıkladı.

Tüketici hakları kuruluşları, bankaları açgözlülükle suçlayarak bu koşullarda konut kredisi taksitlerinin ödenmesinin imkansız hale geldiğini iddia etti. Bankalar, kredi sözleşmelerindeki koşulların gayet açık olduğunu, taksitlerin ödenmemesi durumunda ipoteğin nakde çevrilmesi konusunda hiçbir yasal engel olmadığını duyurdular.

25 Temmuz, Cuma: IMF, Türkiye'de yeni faiz artırımlarının kaçınılmaz olduğunu, Merkez Bankası'nın vakit kaybetmeden bu yakıcı soruna çare bulması gerektiğini açıkladı.

4 Ağustos, Pazartesi: İki büyük inşaat şirketi “alacaklılara karşı korunma ve iflas erteleme” talebiyle Ticaret Mahkemesi'ne başvurdu, her iki başvuru da reddedildi.

12 Ağustos, Salı: BDDK, bankalara çağırıda bulunarak konut kredileri taksitlerinin ödenmesinde yaşanan aksaklıkların önemli bir sorun olduğunu fakat bankaların zorlayıcı önlemler alması halinde durumun daha da vahimleşebileceğini hatırlattı.

14 Ağustos, Perşembe: Bir hafta içinde eski konut fiyatları %4,3, yeni konut fiyatları %3,7 düştü. Üç büyük inşaat şirketi daha “iflas erteleme” talebinde bulundu. Bu şirketlerin yüksek tutarda kredi aldıkları iki ticari banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu denetimine alındı.

15 Ağustos, Cuma: TBBRM, geri ödenmeyen konut kredisi taksitlerinin toplam konut kredisi tutarının %11'ine ulaştığını açıkladı.

Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı, bir haber televizyonu kanalında yaptığı konuşmada Merkez Bankası rezervlerinin kritik düzeyde olduğunu, bunun sorumlusunun döviz çıkışlarını önleyemediği için Merkez Bankası olduğunu söyledi. Merkez Bankası Başkanı istifa etti.

18 Ağustos, Pazartesi: İki büyük bankanın yurtdışından almış olduğu kısa vadeli kredinin vadesinde ödenemediğinin açıklanmasının ardından, yurtdışındaki dört banka konsorsiyumu Türkiye'deki bankalara açmış oldukları kredilerin geri dönmesinden umutlu olmadıklarını duyurdular.

.
.
.

8 Eylül, Pazartesi: Bazı bankalar, ödenmesinde güçlük çekilen konut kredilerini tahsil edebilmek için kredi konusu konutları satışa çıkarmaya hazırlandıklarını açıkladılar. İnşaat sektörü sözcüleri, bankalar bu yola giderse konut arzının artacağını ve zaten düşük düzeyde seyreden konut fiyatlarınn daha da düşeceğini söyleyerek bankaları serinkanlı davranmaya çağırdı.

.
.
.

14 Ekim, Salı: Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü, bakanlar kurulu toplantısından sonra basına açıklama yaparken ağlayarak: “ Muhalefetin 12 yılda yapamadığını FED 12 günde yaptı” dedi.


........................................

Okuyucu, 10 Temmuz, Perşembe günü yapılan FED açıklaması yerine, “Rusya, Ukrayna'yı ilhak etti”, “ABD, Küba ve Venezuela'ya asker çıkardı” veya benzeri bir ibare koyabilir.

23 April 2013

soL'cular Neden Linux Kullanmalı


(soL, Nisan 2013)

Özgür yazılım hareketinin en parlak örneklerinden biri olan Linux işletim sisteminin bazı özelliklerinden hareketle soL okurlarının neden linux kullanmaları gerektiği konusundaki düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

Bilimkurgu meraklılarının özellikle Cryptonomicon ile hatırlayacakları Neal Stephenson'ın 1999 yılında yazdığı “In the Beginning was the Command Line” başlıklı uzun makalesinde kullandığı bir benzetmeyle başlayacağım. Stephenson bu makalede işletim sistemlerini karşılaştırıyor; Windows ve OS X gibi paralı sistemlerin uzun vadede yerlerini bedava dağıtılan özgür yazılım temelli sistemlere bırakacağı kehanetinde bulunuyor. Bu kehanet şimdilik doğru çıkmadı. Dahası, makaleyi yazdığı sıralarda bir Linux dağıtımı (Debian) kullanırken, 2004 yılında OS X kullanmaya başladı. Stephenson'un öngörüsünün gerçekleşmemesi ve özgür yazılım kullanmaktan vazgeçmesi makalesinin değerini azaltmıyor.

Stephenson işletim sistemlerini taşıma araçlarına benzetiyor ve kişisel bilgisayar sahiplerinin 1999'da kullanabilecekleri dört işletim sistemini karşılaştırıyor: Windows, Mac bilgisayarlarının o zamanlar kullandığı OS 9, Linux ve BeOS. Bu sonuncu sistem, ne yazık ki, uzun ömürlü olamadı. Teknolojik ve estetik olarak Windows ve OS 9'dan çok daha ileride olan BeOS, kullanıcıları çekmeye yetecek kadar çok sayıda uygulama programlarına sahip olmadığı için kayboldu, gitti1.

Bir dörtyol ağzında dört otomobil galerisi düşünmemizi istiyor Stephenson. Bu galerilerden en büyüğü ve şaşaalı olanı, yıllar önce bisiklet (MS-DOS) satarak işe başlamış; daha sonra komşu galeri olan Apple'ın göze çok güzel görünen motosikletler satmasının yarattığı rekabet ortamının sıkıştırmasıyla bisikletlerini moped (Windows 2.0, 3.1 ve 3.11) biçimine dönüştürmüş, sonunda da devasa steyşın otomobiller (Windows 95, ve NT) satmaya yönelen Microsoft. Bu lenduha steyşınlar yağ sızdırıyor, motorları böcek yuvası, sık sık bozuluyor ve yolun ortasında kalıyorlar ama otomobil meraklıları tarafından çok tutuluyor.

Yolun karşısında, yavaş yavaş dükkanı kapatma noktasına doğru ilerleyen BeOS galerisinin yanında, Linux galerisi var. Bir işyerinden çok panayıra benzeyen bu galeride uzay çağı malzemeleri kullanılarak üretilen, son derece sağlam, en ileri teknolojik gelişmeleri içeren tanklar satılıyor. Bu tanklar o denli sağlam ki hiç bozulmuyorlar; çok az yakıtla çok yol yapıyorlar; en dar ve virajlı yollarda bile bir yarış arabası gibi kullanılabiliyorlar. Dahası, bu tanklar, o panayır yeri hengamesinde, binlerce kişinin işbirliğiyle hemen oracıkta başdöndürücü bir hızla üretiliyor; üretilen tanklarda küçücük bir sorun olduğu keşfedilirse sorun anında gideriliyor. Galerinin park yerinde sonsuz sayıda tank, anahtarları üzerinde bekliyor. Bedava. İsteyen herkes tanka girip kontak anahtarını çevirdikten sonra o devasa motorun bir kedi mırıldanmasını andıran sesini bile duymadan yola koyulabiliyor. Galeridekiler tank için herhangi bir bedel talep etmedikleri gibi diğer galerilerde satılan araçlarla birlikte alındığı zaman dünyanın parasına malolan birçok opsiyonu da bedava veriyorlar.

Dörtyol ağzına otomobil beğenmek için gelenlerin büyük bir çoğunluğu (2012 verilerine göre %92'si) doğrudan doğruya steyşın satan galeriye yöneliyor. Tanklarını parasız dağıtan Linux galerisinin müşterileri ise toplamın sadece %1,5'i dolayında. Galerinin iflas etmemesinin nedeni ise basit: Galeride çalışan insanlar işlerini gönüllülük esasına göre yapıyorlar ve herhangi bir ücret talep etmiyorlar. Tankların üretilmesi, iyileştirilmesi, yeni teknolojik gelişmelerle uyumlu hale getirilmesi, yeni tasarımlar, daha iyi çalışacak parçaların tasarlanması ve üretilmesi hep gönüllü olarak yapılıyor.

Gönüllüler, dörtyol ağzına gelir gelmez steyşın galerisine yönelenleri ellerindeki megafonlarla Linux galerisine davet etmeye çalışıyorlar ama steyşın galerisinden yayılan yüksek hacımlı çirkin müzik yüzünden seslerini pek duyuramıyorlar. Hasbelkader Linux galerisinin önünden geçen bir otomobil meraklısı ile gönüllüler arasında sık sık (günümüz koşullarına uydurduğum) şöyle bir konuşma geçiyor:

Gönüllü – Paranızı israf etmeyin, tanklarımız bedava. Steyşından çok daha hızlı giderler ve her türlü arazide kullanılabilirler; bin kilometrede yarım litre yakıt tüketirler; bozulmazlar. Dünyadaki en hızlı 500 araçtan 450 tanesi bizim tanklar. Steyşınlardan sadece 6 tanesi bu 500 araç arasına girebiliyor.

Müşteri – Doğru söylediğinizi biliyorum ama ben bir tankın bakımı nasıl yapılır bilmiyorum.

Gönüllü – İyi de, steyşın bakımı yapmayı biliyor musun?

Müşteri – Hayır bilmiyorum, ama steyşın bozulunca işimden izin alıp servis istasyonuna götürüyorum, bir hafta araçsız kalıyorum, sonra işimden tekrar izin alıyorum, faturamı ödeyince aracı bakımı yapılmış olarak teslim ediyorlar.

Gönüllü – Bak, bizim tanklar bozulmaz, bakım da gerektirmez. Herhangi bir sorunla karşılaşırsan biz gönüllü servis elemanlarımızı evine kadar gönderiyoruz, sen yatağında uyurken sorunu gideriyorlar; hem beş kuruş para istemiyoruz.

Müşteri – Ama herkes steyşın alıyor.

Stephenson'un makalesinin yazıldığından bu yana 14 yıl geçti ama Linux gönüllüleri ile işletim sistemi müşterileri arasındaki konuşma çok değişmedi. Değişmeyen şeylerden birisi de, Linux yedek parça deposundan bedelsiz olarak edinebilinen bir parçanın dünyadaki tüm web sunucularının %65'inde kullanılması.

Günümüzde, Windows işletim sisteminin masaüstü bilgisayarlarda bu kadar yaygın olmasının nedeni satılan her bilgisayarda zaten yüklenmiş olarak gelmesi. Aynı teknik özelliklere sahip bir bilgisayarı Windows yüklü olmadan yaklaşık %25 daha ucuza almak mümkün. İçinde işletim sistemi olmayan böyle bir bilgisayar alıp Linux kurmak zor değil. Kabul etmek gerekir ki, bundan 10-15 yıl önce böyle bir işe girişseydiniz epey başınız ağrırdı. Linux kurduktan sonra, siyah bir ekranda sürekli yanıp sönen bir imleçten ibaret olan komut satırı arayüzü ile çalışmak yerine Windows gibi grafik bir arayüz kullanmak istediğiniz zaman büyükçe bir metin dosyasını düzenlemeniz, ekranınızın birçok özelliğini o metin dosyasına doğru olarak işlemeniz ve sık sık “Eğer bu değerler doğru değilse ekranınız çalışmayabilir hattâ yanabilir” uyarısıyla karşılaşarak korkulu bir rüya görüyormuşçasına kan ter içinde kalmanız pekâlâ mümkündü.

Şimdi öyle değil; Linux kurulumu bilgisayarınızın tüm teknik özelliklerini keşfediyor ve size isterseniz Windows veya Mac OSX benzeri isterseniz bunlardan çok farklı grafik arayüzler kullanma imkanı veriyor. Linux kullanıcılarının büyük çoğunluğu, belki de eskiden kalma Windows alışkanlıklarıyla KDE veya Gnome arayüzlerini kullanıyor. Halbuki, Linux için yaratılmış veya Linux için Unix'ten türetilmiş birçok grafik arayüz var ve bunları kullanmak bu işletim sisteminin gerçek tadına varmanızı sağlıyor. (Ben Linux makinalarımda WindowMaker ve eskiden büyük Unix bilgisayarlarının grafik arayüzü olan CDE kullanıyorum).

Sadece soL'cular için değil tüm bilgisayar kullanıcıları için geçerli olan bir gerçek var: Linux teknolojik olarak gerek masaüstü gerek dizüstü bilgisayarlarda Windows'dan çok daha sağlam bir işletim sistemi. Eğer çökertmek için özel çaba harcamazsanız çökmesi neredeyse imkansız; sürücü uyuşmazlığı veya başka nedenlerle sık sık görmeye alıştığınız mavi ölüm ekranı Linux'ta yok; yazılım güncellemelerinizi onaylı yazılım “depoları”nı kullanarak yaparsanız virüs bulaşması yok; güvenlik açıkları anında keşfediliyor ve kapatılıyor. Herşey bedava, kullanmayı düşündüğünüz herhangi bir yazılım için kimse sizden bir bedel talep etmiyor. (Bilmeyenleriniz için ekleyeyim, birçoğunuzun akıllı telefonlarında kullanılan Android işletim sistemi de aslında Linux).


Ama, soL'cuları asıl ilgilendirmesi gereken özelliği ise, kolektif bir çabanın ürünü olması ve kâr amacıyla üretilmemesi. Yalnız bu bile bence Linux kullanmak için yeterli bir neden.

1BeOS'un son sürümü olan 5.0 üzerine kurulmaya çalışılan ve İnternet'ten bedava indirebileceğiniz Haiku'yu denemenizi öneririm. Pentium II işlemcili makinelerde bile çalışan Haiku şu sıralarda hâlâ alfa aşamasında.

02 February 2013

Bizi Gözetliyorlar, Mer


(soL, Ocak-Şubat (?) 2013)

Kamil Ekrem'in soL'da yayımlanan yazı dizisi ülkemizde sağlık hizmetlerinin nasıl adım adım piyasaya teslim edildiğini anlatıyor. Neo-liberal politikalar yalnız Türkiye'de değil birçok ülkede hastaneleri birer işyeri, hastaları ise müşteri olarak gören bir anlayışı temsil ediyor. Bu kısa yazıda, popüler bir televizyon dizisi olan Grey's Anatomy'nin (GA) son bölümünde bu politikaların nasıl yansıdığını nakletmeye çalışacağım. (Bu yazı yazılırken GA'nın son bölümü henüz Türkiye'de yayına girmemişti).

2005 yılından bu yana ABD'de ABC ve Channel 7 Network televizyonlarında gösterilen GA, Seattle kentindeki Grace Mercy West hastanesinde geçen olayları, doktorların biribirleriyle, hastalarla, hastane yönetimiyle olan ilişkilerini anlatıyor. Dizinin adı, İngiliz anatomi uzmanı Henry Gray'in 1858'de yazdığı ünlü ders kitabından alınmış ve dizinin baş kahramanı olan Dr. Meredith Grey'e izafeten biraz değiştirilmiş.

Dizinin son bölümünde, yönetsel bir yanlışlıktan dolayı çok ağır bir mali yük altına giren hastaneyi kapanmaktan kurtarmak için atanan bir doktorun (bizdeki hastane CEO'larına çok benziyor) uygulamaları anlatılıyor. CEO o zamana dek çalıştığı beş hastanenin personel sayısını %30 azaltmakla ünlü birisi ve ilk adım olarak hastanenin en övündüğü bölümü olan acil servisin kapatılmasını kararlaştırıyor. Doktorlar bunun neden gerekli olduğunu bir türlü anlayamıyorlar. Bu kararla birlikte atılan ikinci adım ise ameliyatlar arasındaki ortalama 37 dakikalık sürenin standardize edilerek 18,5 dakikaya indirilmesi oluyor. Böylece cerrahlardan elde edilen hizmet maksimize edilecektir. Dahası, hastalığın ve hastanın arzettiği özel durumlara bağlı olarak hastaya uygulanan ameliyat yöntemi terkediliyor ve her hasta aynı biçimde ameliyat ediliyor. Bu yönteme itiraz eden cerrahlara verilen cevap çok yalındır: “Hastaların önemi yok”.

Eşzamanlı bir başka değişiklik ise hastanede akla gelebilecek her yere bir kapalı devre kamera yerleştirilmesi oluyor. Kameralar bir merkeze bağlı ve doktorların her adımı bir başka doktor tarafından izleniyor. Kameranın arkasındaki doktor, hastane doktorunun herhangi bir hasta için önerdiği ilacı değiştirme yetkisine de sahip. Böylece, pahalı fakat hasta için gerekli olan bir ilaç daha ucuz ama hasta açısından yararı tartışmalı bir başka ilaç ile değiştirilebiliyor.

Yapılan her değişiklik, büyük şirketlerin işçi azaltmak ve kalan işçileri daha çok çalıştırmak için kullandıkları “modernize etmek, kolaylaştırmak, uygun hale getirmek, optimize etmek, entegre etmek” klişeleri ile sunuluyor. Ameliyathanelerin iç düzeni değiştiriliyor (optimize ediliyor), cerrahların ve hemşirelerin o zamana dek kolaylıkla bulup kullandıkları ameliyat malzemelerini bulmak için, saniyelerin bile önemi olan ameliyatlarda, en basit malzemeyi bile bulmanın süresi uzuyor.

Acil servisin kapatılmaması için doktorlar kendi aralarında anlaşıp genel maliyetleri düşürecek bir çözüm bulurlar. Buna göre her bölüm belirli fedakarlıklar yapacaktır. Buldukları çözümü CEO'ya aktarınca aldıkları tepki onları çok şaşırtır: “Maliyetleri düşürmek, ne hastanenizi ne acil servisi kurtarır. Kurtuluşunuz ancak yeni bir yatırımcı bulunmasındadır”. Cerrahlar o zaman anlarlar ki CEO'nun yaptığı her şey, aslında, hastanenin satılabilmesi için makyajlama yapmaktan başka bir şey değildir. Baş cerrah, “Yani, bir evi satmaya çalışan emlak komisyoncusu nasıl o evi güzel göstermek için bir şeyler yapıyorsa siz de bizim hastanemiz için aynı şeyi yapıyorsunuz” der. CEO buna karşılık “Evet, aynen böyle yaptım, Acil servis de o evdeki havı dökülmüş halı” der.

22 January 2013

Burjuvazinin Korkusu ve 24 Ocak

(Ocak, 2013, soL)

24 Ocak ve 12 Eylül'ü yaşayarak hatırlayanların sayısı gün geçtikçe azalıyor. Bazılarımız daha o zamanlar aramızdan ayrıldı. Bugüne kalanlar, aradan geçen yılların belleklerindeki tahribata ne kadar direnseler de yaşadıklarının ayrıntıları gittikçe silikleşiyor; yerler, isimler biribirine karışıyor; bazı şeyler unutuluyor; olmayan ve yaşanmamış sanki gerçekliğe dönüşüyor. Gençlerin çoğunluğu ise televizyon dizilerinden ve çoğu para peşinde koşan yönetmenlerin çektiği sinema filmlerinden, zamanında kutsal bilinen değerlerin bugün paraya çevrilmesi için yazılan veya uydurulan anılardan, televizyon ekranlarında sıra sıra boy gösterenlerin “paylaştığı” fikirlerden o günleri öğrenmeye çalışıyor. Bellek yıkımı para hırsıyla birleşince, 12 Eylül'den önce ne vardı, sonrasında ne oldu sorularının cevaplarını bulmak gittikçe güçleşiyor.


Öncesi

12 Mart darbesinden sonra yapılan ilk genel seçimlerde en yüksek oyu alan ve yaklaşık 10 aylık bir iktidar döneminde Milli Selamet Partisi ile koalisyon ortaklığı yapmak zorunda kalan Bülent Ecevit, Kıbrıs harekatının yarattığı özgüven ve kamuoyu desteğini 1973 yılı seçimlerinden daha başarılı bir sonuca dönüştürmek ve bir erken seçime gidilmesini zorlamak amacıyla koalisyondan ayrılınca, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Demokratik Parti'den ayrılan 12 milletvekilinin katılmasıyla tarihimizde 1. Milliyetçi Cephe (veya kurulduğu tarihe atfen 31 Mart) Hükümeti adı verilen koalisyon kuruldu. 1977 yılı haziran ayında yapılan genel seçimlerde Ecevit başkanlığındaki CHP tarihte erişebildiği en yüksek oy oranıyla (%41,38) milletvekili sayısını 185'ten 213'e çıkarttı. Seçim sonuçları kesinleşmeden Ecevit'in “Tek başımıza iktidar olduk” demeci, parlamento çoğunluğu olan 226 milletvekilliğine ulaşılamadığının anlaşılmasıyla büyük bir düş kırıklığı ve öfkeye yol açtı.

İktidara bu kadar yaklaşmışken bırakmak istemeyen Ecevit'in kurduğu azınlık hükümeti temmuz ayında güvenoyu alamayınca Süleyman Demirel başkanlığında kurulan 2. Milliyetçi Cepha Hükümeti aynı yılın aralık ayında yapılan yerel seçimlerde CHP'nin genel seçimlerden de yüksek bir oy oranı elde etmesiyle sarsıldıysa da 1978 yılı ocak ayına kadar iktidarda kalmayı başardı. Siyasal tarihimize “Güneş Moteli” olayı olarak geçen pazarlıklar sonucunda Adalet Partisi'nden istifa ederek ayrılan 12 milletvekilinin 31 Aralık 1977 günü hükümet aleyhine verilen gensoru oylamasında muhalefet ile birlikte oy kullanması sonucunda 2. Milliyetçi Cephe Hükümeti düştü. Bundan beş gün sonra kurulan Ecevit hükümetinde bu milletvekillerinden 10 tanesine bakanlık verildi.

Üçüncü Ecevit Hükümeti diye de bilinen bu hükümet 1979 yılı kasım ayında düşünceye kadar TÜSİAD'ın gazetelere ilan vermeye kadar ulaşan muhalefeti ve Maraş katliamının yıkıcı etkileriyle boğuştu. 1979 yılı ekim ayında “bej” milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde daha önce kazanmış olduğu Aydın, Edirne, Konya ve Muğla'da kaybedip, daha önce kazanamadığı Manisa'da da yenilgiye uğrayınca kasım ayı başında istifa etti. Adalet Partisi tarafından kurulan azınlık hükümeti, eski Milliyetçi Cephe ortaklarının desteğiyle 12 Eylül 1980'e kadar iktidarda kaldı.

Yukarıda, dört paragrafta anlatılan bu iktidar çekişmesi yıllarının arka planında yakın tarihimizin en karanlık ve en uğursuz olayları yatıyor. Katliamlar, faşist çetelerin cinayetleri, milletvekili satınalmalar, yolsuzluklarla dolu bu yılların siyasal tarihi yazılmayı bekliyor. Ama, bizi burada 24 Ocak ve 12 Eylül'ün ve sonrasının ekonomik kökenleri daha çok ilgilendiriyor.


İthal İkamesine Dayanan Kalkınma ve Kriz

Yakın tarihimiz ve günümüzle ilgili ekonomik çözümlemeleriyle yüzümüzü ağartan iki iktisatçımız, 1972-1980 yıllarını belirgin nitelikleriyle biribirinden ayrılan iki ayrı dönemde inceliyorlar. Birinci dönem 1972-1976 yıllarını kapsıyor ve “İthal İkamesine Dayanan Sanayileşme” diye adlandırılırken ikinci dönem 1977-1980 yıllarını kapsıyor “Ekonomik Kriz” yılları olarak anılıyor. (Bir gazete yazısında akademik yazım kurallarına uyarak ayrıntılı dipnotlar vermek tuhaf kaçacağı için, bu yazının hazırlanmasında başvurduğum bellibaşlı kaynakları ve bu kaynaklar hakkındaki düşüncelerimi “Kaynaklar Hakkında” başlıklı kutuda belirttim. Böylece, hem yararlandığım kaynak ve kişilere karşı olan borcumu yerine getirdiğime hem de bu konuları araştırmak isteyebilecek kişilere bazı ipuçları verdiğime inanıyorum).

Ekonomik kriz yılları 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti'nin son altı ayı ile Demirel'in azınlık hükümetinin sona erdiği tarihler arasına denk geliyor.

İthal ikamesine dayalı sanayileşme politikaları güden ülkelerde, ihracata yönelik sanayileşme politikasının aksine, işçi ücretlerinin sıkı bir baskı altında tutulmasına pek rastlanmıyor. Bunun temel nedenlerinden birincisi ücretlerdeki artışın artan üretimin satın alınmasında giderek daha yüksek bir paya sahip olması, ikincisi ise reel ücretlerdeki artışın işgücü verimliliğindeki artışın üstüne çıkmadığı sürece sermayeye giden payın da artması. Burjuvazi buna çok dikkat ediyor. Reel ücretlerdeki artış işgücü verimliliğindeki artışa yaklaşmaya başlayınca tedirgin oluyor çünkü üretilen zenginliklerden aldığı payın azalması tehlikesi beliriyor.

Ekonomik kriz diye adlandırılan 1977-1980 döneminde bu ilişkinin yönüne aşağıda tekrar değineceğiz. Ama, şimdi kriz nitelemesinin ardında yatan olguları kısaca gözden geçirmemiz gerekiyor. Krizi tetikleyen temel nedenlerden birisi ve belki de en önemlisi petrol fiyatlarındaki 1970'li yıllar boyunca süren yükselmedir. 1970 yılında bir varil ham petrolün ortalama fiyatı 1,9 dolar iken, 1976'da 11,8 dolar, 1979'da 18,1 dolar, 1980'de ise 33 dolar oldu. Petrol fiyatında 10 yıl içinde meydana gelen 16 katlık artış, ihracatı sınırlı sayıda ve çoğunluğu tarımsal kökenli üründen oluşan Türkiye'nin dış ticaret dengesi üzerinde çok olumsuz etkiler yaptı. İhracatın ithalatı karşılama oranı %30'lara kadar düşerken yurtdışından sağlanan kredilerin kuruması, yüksek faiz ödenerek ve kur garantisi verilerek Dövize Çevrilebilir Mevduat adı altında ülkeye getirilmeye çalışılan kaynakların da yetersiz kalması sonucunda Türkiye ithalatını standart dış ticaret ödeme biçimi olan akreditifler yerine ancak peşin ödemeyle yapabilmeye başladı. İhracatçı ülke bankalarının Türkiye bankalarının akreditiflerini kabul etmemesi ve nakit talep etmesi sonucunda düşülen durumu başbakan Demirel 1977 yılı kasım ayında “Türkiye 70 sente muhtaç” diye açıkladı.

1977 yılında (1987 fiyatlarıyla) %3,4 olan büyüme hızı 1978'de %1,5'e düştü. Ertesi yıl büyüme yerini %0,6, 1980 yılında ise %2,4 küçülmeye bıraktı. Krizden en çok etkilenen sektör imalat sanayii idi: 1979 yılında %6,1, 1980'de ise %3,9 küçüldü. Bu sektördeki kapasite kullanım oranı 1978 yılındaki %60,2 düzeyinden 1980 yılında %54,3'e geriledi. İmalat sanayiindeki makinelerin nerdeyse yarısı boş yatıyordu. Temel ihtiyaç ve tüketim maddeleri kıtlığı, karaborsa, sürekli hale gelen elektrik kısıntıları; benzin, margarin, ampul, likit gaz kuyrukları geniş halk kitlelerinde hoşnutsuzluğa yol açıyordu.

Türkiye, dış borçlarının ertelenmesi veya yeniden yapılandırılması için kreditör ülkelerin temsilcilerinden oluşan ve resmi bir niteliği olmayan Paris Kulübü adlı kuruluşun kapısını 1978-1980 yıllarında tam üç kez çaldı. (Bu toplantılara katılan politikacı ve bürokratların nasıl bir muamele gördükleri konusundaki anıları insanın içini burkar).


İşçi Sınıfı ve Grevler

1961 anayasasının sağladığı ortamda yeşeren ve grev/toplu sözleşme hakkıyla güçlenen sendikalar reel ücretlerin yükseltilmesinde önemli başarılar sağladılar. O kadar ki, 1970-1980 yılları arasında reel ücretler (1974 yılı dışında) sürekli yükseldi. İşçi sınıfının maddi koşullarında meydana gelen bu iyileşme kendiliğinden değil, mücadele ve grev ile oldu. Aşağıdaki tablo 1975-1980 yılları arasında Fransa, İngiltere ve Türkiye'deki grevlerle ilgili ilginç bulgular gösteriyor:

Tablo 1: Grevler, Greve Katılan İşçiler
1975 1976 1977 1978 1979 1980
Fransa (Tüm sektörler)
Grev başına işçi sayısı 470 465 585 221 310 236
Ortalama grev süresi 2,1 2,0 1,3 3.0 3.3 3.0
İngiltere (Sadece imalat sanayii)
Grev başına işçi sayısı 426 436 498 460 1.753 745
Ortalama grev süresi 8,0 4,7 9,4 11,0 10,1 23,9
Türkiye (Tüm sektörler)
Grev başına işçi sayısı 118 125 266 112 167 386
Ortalama grev süresi 49 45 89 44 55 15

Kaynak: ILO Laborsta (eski veritabanı).

Fransa ve İngiltere gibi sınıf bilincinin ve işçi sınıfı örgütlenmesinin çok yüksek düzeyde, sınıf mücadelesi tarihinin yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip olduğu iki ülkeyle Türkiye'nin karşılaştırılması biraz iddialı gibi görünse de ortaya şaşırtıcı bir sonuç çıkıyor. Bu iki ülkenin ekonomik gelişmişlik düzeyi ve dolayısıyla ortalama işletme büyüklüğü göz önüne alınırsa grev başına işçi sayısı konusunda Türkiye ile çok büyük bir farkları yok. Bir o kadar ilginç olan diğer sonuç ise, özellikle Fransa'da, ortalama grev süresinin Türkiye'deki ortalamadan çok düşük olduğu. Bu ülkede altı yılın ortalama grev süresi 2,45 gün; İngiltere'de 11,18 gün. Türkiye'de ise 49,5 gün. Bu grevlerin sonuçlarının ne olduğunu bilmesek de 1976-1980 yılları arasında Türkiye'deki sendikal mücadelenin çok dayanıklı ve inatçı olduğunu söyleyebiliriz.

İşte bu inatçılık ve mücadele azmi 1975-1980 yılları arasında reel ücretlerin işgücü verimliliğindeki artışın üzerinde bir hızda seyretmesini sağlıyor. Aşağıdaki grafik bu ilişkiyi gösteriyor:

Grafik 1: Emek Üretkenliği ve Gerçek Ücretler 1975-1980

Mavi çizgi gerçek ücretleri, kırmızı çizgi ise emek üretkenliğini gösteriyor. Her iki zaman serisi de 1987 yılı bazlı tüketici fiyat endeksiyle deflate edilmiş. 1975 yılında artmaya başlayan reel ücretler 1976-1979 yılları arasında emek üretkenliğindeki artışın üzerinde seyrediyor, 1980 yılında azalarak üretkenliğin altında kalıyor. Gerçek ücretlerdeki bu artışın yukarıdaki tabloda özetlenen mücadelenin ürünü olduğunu herkesin kolaylıkla kabul edebileceğini düşünüyorum.

İhracata yönelik sanayileşme politikaları açısından burjuvazinin katlanmaya tahammül edemeyeceği bir durum vardı ortada. Türkiye böyle bir gelişme stratejisi izlemiyordu ama açıkça görülen oydu ki reel ücretlerdeki artışlar sermayeye giden payı azaltacak bir gelişme gösteriyordu. İhracata dayalı üretim yapan ülkelerin başında gelen ve yıllarca bize tavsiye edilen Güney Kore modelinde 1968-1988 yılları arasında imalat sektöründe emek üretkenliği yılda ortalama %10 artarken reel ücretler sadece %3,7 artıyordu. Reel ücretlerin devlet zoruyla baskı altına alınması, Güney Kore'nin uluslararası pazarlarda rekabetçi konumunu koruyor ve geliştiriyordu.


Kriz için Çözüm

Petrol fiyatlarındaki artışın tetiklediği ödemeler dengesi sorunları zamanında alınabilecek önlemlerle geçici biçimde olsa da azaltılabilir ve hatta çözülebilirdi. Nereden bakarsak bakalım Türkiye'nin karşılaştığı durum yeni bir şey değildi ve ilk kez Türkiye'nin başına da gelmiyordu. Döviz kıtlığı biçiminde kendini gösteren sorun tipik bir ödemeler dengesi kriziydi ve çözümü için birçok ülkede uygulanan bir reçete vardı: Merkez Bankası başkanı ve bazen Maliye bakanı görevden alınır, ulusal para yabancı paralara göre devalüe edilir, yeni bir döviz darboğazıyla karşılaşılıp aynı reçete tekrar uygulanana kadar yola devam edilirdi. Milliyeçi Cephe hükümetlerinin popülist politikaları yüksek bir devalüasyon yapmaya engel oluyordu. Bu yüzden, türk lirasının dolar karşısındaki değeri 1975-1979 yılları arasında küçük ayarlamalarla tam yedi kez düşürüldü: 1975 yılı başında 14 TL olan dolar 1979 yılı ortasında 35 TL oldu. Bu tür mini devalüasyonların derde deva olmayacağı biliniyordu ama yüksek bir devalüasyonun yaratacağı genel fiyat düzeyi yükselmesi ve özellikle ithalata dayalı tarım girdilerinin fiyatlarında meydana gelecek artışlar böyle bir karar alınmasını engellemişti.

Demirel, azınlık hükümetini kurduktan sonra Turgut Özal'ı başbakanlık müsteşarı yaptı. Özal'ın hazırladığı ve “24 Ocak Kararları” olarak bilinen bir dizi bakanlar kurulu kararı 25 Ocak, 1980 günü Resmi Gazete'nin iki mükerrer sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kararlarda sürpriz olmayan tek şey, dolar kurunun 70 TL olarak belirlenmesiydi. Kararların geriye kalan bölümleri, ihracata dayalı bir serbest piyasa ekonomisinin kurulabilmesi için gerekli ön koşulları oluşturuyordu. Kambiyo işlemlerinin ve dış ticaretin serbestleştirilmesi için atılan adımları, ihracatı teşvik etmek için alınan tedbirler, fiyat kontrollerinin kaldırılması, kamu yatırımlarının sınırlandırılması ve bir dizi temel malın fiyatına yapılan zamlar izliyordu. Hiç kuşku yok ki, 24 Ocak Kararları, Dünya Bankası ve IMF'nin “yapısal uyum” ve “istikrar politikası” paketlerinin birebir izdüşümü olmasa da büyük ölçüde benzeşmekte ve daha sonra uygulamaya konulacak olan “serbest piyasa ekonomisi” rejiminin tohumlarını taşımaktadır.

Ne var ki, 24 Ocak Kararları'nın öngördüğü ihracata dayalı ekonomik gelişme programının vazgeçilmez koşulu, reel ücretlerin baskı altına alınmasını gerektiriyordu.


12 Eylül ve Sonrası
 
24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesi arasındaki nedensellik ilişkisinin yadsınamayacak iki kanıtı var. Bunlardan birincisi, bir devamlılık ve kararlılık gösterisi olarak Özal'ın darbeden sonra kurulan Bülent Ulusu hükümetinde devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak görevlendirilmesidir. Fikir babası ve mimarı olduğu ihracata dayalı piyasa ekonomisi modelini hayata geçirmesi için cunta Özal'a gerçekten de özel bir önem vermiştir. Ülkeyi kardeş kavgasına sürüklediği için devirdiği hükümetin başbakanlık müsteşarını başbakan yardımcısı yapan bir askeri darbe herhalde ilk kez ve sadece Türkiye'de yapılmıştır.

İkinci nedensellik ilişkisini ise 12 Eylül sonrası ekonomik göstergelerde aramalıyız. Emekçi sınıfların yaşam koşullarını etkileyen en önemli göstergelerden birisi olan İstanbul Ticaret Odası Ücretliler Geçinme endeksi 1980-1990 yılları arasında tam 75 kat arttı. Bu endeksin bileşenlerinden olan gıda maddelerinde artış 77 kat, ısınma ve aydınlatmada artış 79 kat oldu. İmalat sanayiinde reel ücretler 1980-1988 yılları arasında %15 azaldı. 1981-1982'de %1,1 azalan imalat sanayii reel ücretleri 1983-1987 arasında %3,9, 1988'de ise %7,1 azaldı. Aynı dönemlerde ücretlerin imalat sanayii katma değeri içindeki payı %24,5'den %15,4'e geriledi. Toplam maliyetler içinde kârların payı 1980 yılındaki %33,5 düzeyinden 1988 yılında %40,8'e yükselirken ücretlerin payı %22,5'ten %17,7'ye geriledi. Emekçi sınıfların aleyhindeki tüm bu gelişmeleri en ayrıntılı istatistiklerden bile daha iyi anlatan kişi ise “Şimdi gülme sırası bizde” diyen TİSK başkanı Halit Narin oldu.

12 Eylül darbesinin 24 Ocak kararları, bunu izleyen ihracata dayalı serbest piyasa ekonomisi ve işçi ücretlerinin baskı altına alınması arasındaki nedensellik ilişkisini araştırırken bakmamız gereken bir başka gösterge grevler ve greve katılan işçi sayılarıdır. Aşağıdaki tablo 1980-1988 yılları arasındaki durumu özetliyor:

Tablo 2: 12 Eylül Sonrası Grevler ve Greve Katılan İşçiler
1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988
Grev sayısı 220 - - - 4 21 28 307 156
Greve katılan işçi sayısı 84.832 - - - 543 2.410 7.926 29.734 30.057

Kaynak: ILO Laborsta (eski veritabanı).

Cunta döneminin eseri 2821 ve 2822 sayılı yasaların getirdiği ortam, darbeden sekiz yıl sonra bile ne grev ne de greve katılan işçi sayısının darbe öncesi döneme ulaşabildiğini gösteriyor.

Şimdi sıra, nedensellik ilişkisinin en can alıcı noktası olan reel ücretler ile emek verimliliği arasındaki farklılaşmayı incelemeye geldi. Yukarıda kısaca değindiğimiz Güney Kore örneğinde olduğu gibi, grevlerin yasaklandığı 1981-1983 dönemi ihracata dayalı ekonomi modelinin hayata geçirilmesinde ilk basamağı oluşturuyor. Sendikalaşmanın tehlikeli bir macera haline getirildiği, toplu iş sözleşmelerinin sosyal yardım kalemlerinden arındırıldığı, greve çıkmanın giderek zorlaştırıldığı bu dönemin temel özelliği burjuvazinin, reel ücretleri sürekli olarak işgücü verimliliğindeki artışların altında tutma çabalarıdır. Ancak bu yolla, ihracat malları maliyeti içindeki ücret payı düşürülebilecek ve ancak bu yolla ihracat pazarlarında bir yer elde edinilebilecektir.

Aşağıdaki grafik 1980 yılını baz alarak 1980-1990 yılları arasında emek üretkenliği ve reel ücretlerin seyrini gösteriyor:

Grafik 2: Emek Üretkenliği ve Gerçek Ücretler 1980-1990

Bu ilişkiyi 1975-1980 yılları arasında gösteren grafik gibi burada da mavi çizgi gerçek ücretleri, kırmızı çizgi ise emek verimliliğini gösteriyor. İki grafik arasındaki fark, bu grafikte emek üretkenliği ile reel ücretler arasındaki ilişkinin tersine dönmüş olmasıdır. Emek üretkenliği, 1984 yılı dışında sürekli olarak her yıl artmış, reel ücretler ise 1988 yılına kadar sürekli olarak düşmüş ve tüm dönem boyunca emek verimliliğinindeki artışın altında kalmıştır.

Üretkenlik ve reel işçi ücretleri arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan bir başka çalışma da benzer bir sonuca ulaşmaktadır. Grafik 1'de olduğu gibi zaman serilerinin 1987 yılı bazlı tüketici fiyat endeksiyle deflate edilmesiyle elde edilen sonuç aşağıda gösterilmiştir:

Grafik 3: Emek Üretkenliği ve Gerçek Ücretler 1980-1989

İkinci grafik ile bu grafik arasındaki tek fark, üretkenliğin, 1984 yılı dahil, sürekli olarak artmasıdır. Reel ücretler ise yine sürekli olarak azalmakta ve ancak 1988 yılında artmaya başlamaktadır. 24 Ocak kararları ile 12 Eylül darbesi arasındaki nedenselik ilişkisini bu iki grafikten daha iyi anlatacak başka bir görsel araç bulmak pek kolay olmayacaktır. İşçi sınıfı, 1980 öncesi mücadeleleriyle elde ettiği tüm kazanımlarını yitirdiği gibi darbeyi izleyen 10 yıl içinde yeni kazanımlar elde edememiştir.

12 Eylül, yalnız darbe hükümetinin başbakan yardımcısı, daha sonraki ANAP hükümetlerinin başbakanı ve cumhurbaşkanı Özal için değil bir bütün olarak sermaye sınıfı için gerekliydi. Darbenin yıkıcı gücü olmadan reel ücretlerdeki artışı baskı altına almak mümkün değildi.

İşte bu nedenle, AKP ve izlediği piyasacı politika da 24 Ocak ve 12 Eylül'ün ürünüdür diyoruz. Tanık olduğumuz gerçek, bu kez askeri kaba güce dayanmadan sürdürülen 24 Ocak ve 12 Eylül'dür.


Kaynaklar Hakkında
 
Konumuzla ilgili en geniş kapsamlı çalışmaları yapan üç akademisyenden ikisi, Tuncer Bulutay ve Korkut Boratav, 12 Eylül darbecileri tarafından üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırıldılar. Üçüncüsü olan Erinç Yeldan ise o tarihte henüz üniversite öğrencisiydi ama öğretim üyesi olsaydı onun da Bulutay ve Boratav gibi üniversiteden çıkarılacağını tahmin edebiliyorum. 1980 sonrası imalat sanayii verilerini ve diğer istatistikleri Bulutay'ın kitabından aldım: Employment, Unemployment and Wages in Turkey, Ankara, 1995. Korkut Boratav ve Erinç Yeldan'ın ortak makaleleri olan: “ Turkey 1980-2000: Financial Liberalization, Macroeconomic (In)-Stability, and Patterns of Distribution,” L.Taylor (ed.), External Liberalization in Asia, Post-Socialist Europe and Brazil, Oxford, 2006, s.417-455, özellikle 1980 sonrası gelişmelerini anlamak için kullandım. 1972-1976 ve 1977-1980 dönemlerinin tanımlanmasını da aynı kaynaktan aldım.

1 ve 3 numaralı grafikleri oluşturan verileri aldığım kaynak: M.V.Pazarlıoğlu, E.İ.Çevik, “Verimlilik, Ücretler ve İşsizlik Oranları Arasındaki İlişkinin Analizi: Türkiye Örneği,” 8. Türkiye Ekonometri ve İstatistik Kongresi'ne sunulan tebliğ, Mayıs, 2007, İnönü Üniversitesi, Malatya. İki numaralı grafiğin kaynağı ise Erinç Yeldan'ın Bilkent Üniversitesi'ndeki web sayfaları: http://www.bilkent.edu.tr/~yeldane/manprwg.pdf. Bu grafiği kullanmama izin verdiği için Prof. Yeldan'a teşekkür borçluyum.

Her üç grafik de pdf formatında olduğu için bu yazı için yeniden üretilmeleri gerekiyordu. Bu işlemi linux tabanlı engauge-digitize yazılımını kullanarak yaptım. Grafiklerin sayısallaştırılması sırasında insan ne kadar titiz davranırsa davransın hata yapabiliyor. Ama sayısallaştırdığım bu grafiklerin özgün biçimlerine çok yakın olduklarına eminim.

Güney Kore ile reel ücret ve verimlilik bilgilerini aldığım kaynak: Young-lob Chung, South Korea in the Fast Lane: Economic Development and Capital Formation, Oxford, 2007, s.228.

Fiyat endekslerini ve diğer perakende istatistikleri, Devlet Planlama Teşkilatı'nın lâğvedilip Kalkınma Bakanlı'ğına katılmadan önce bir avuç gayretli insanın oluşturduğu “Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler” tablolarından aldım. Sekiz bölümde 198 tablo içeren bu veri kümesi süreklilik ve karşılaştırılabilirlik açısından hem TÜİK'in hem Merkez Bankası'nın elektronik veri dağıtım sisteminden daha iyi. TÜİK veritabanında, belediye atıksu istatistiklerinin ayrıntılı dökümünü bulabiliyorsunuz ama aynı baz yılına ait sürekli bir milli gelir zaman serisi bulamıyorsunuz. Genç araştırmacılara tavsiyem, Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler tablolarını kaybolmadan bir an önce bilgisayarlarına indirmeleri.

Grevler ile ilgili istatistikleri Uluslararası Çalışma Örgütü'nün artık güncellenmeyen eski veritabanı Laborsta'dan aldım. Türkiye ile ilgili bölümlerde işgücü, ücret ve sendikalaşma oranı istatistklerinde büyük boşluklar var. Bu boşlukların nedeni, Türkiye'nin gönderdiği istatiksel verileri Uluslararası Çalışma Örgütü'nün“nevi şahsına münhasır” oldukları gerekçesiyle kabul etmemesi. Bu da herhalde “uydurma” demenin kibarcası oluyor: A.Çelik, K.Lordoğlu, “Türkiye'de Resmi Sendikalaşma İstatistiklerinin Sorunları Üstüne,” Çalışma ve Toplum, c.2, s.9, 2006.

“DEVRİM” Nasıl Yazıldı

(Ocak, 2013, soL)
“Derinlere salınmış köklerden ODTÜ'nün yükselişine bakıyorum. Sonbaharımı gençlerin ilkbaharı ile şenlendirmek, 'vefasızlık bizden gelmedi' diyebilmenin tadını çıkarmak zamanı”. Bu satırların yazarı Prof.Dr. Metin Durgut, ODTÜ Endüstri Mühendisliği öğretim üyesi. Okulunun ve öğrencilerinin başkaldırısı ve direnişinden duyduğu sonsuz gurur ve kıvancı, 1960'ların ilk yıllarından beri birlikte olduğu ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyesi arkadaşlarıyla böyle paylaşmış.

Mezunu ve bir zamanlar öğretim üyesi olmakla onur duyduğum ODTÜ'yü simgeleyen şeylerden bir tanesi mutlaka stadyumdaki devasa DEVRİM yazısıdır. Yazıldığından bu yana nerdeyse 44 yıl geçmiş ama ilk günkü gibi taze ve okunabilir. 2005 yılında, SFK'nın 40. kuruluş yildönümü için ODTÜ'de toplandığımız zaman topluca ziyaret ettiğimiz yerlerden biri de stadyumdu. Yazı, olduğu gibi duruyordu, hatta daha da güzelleşmişti. Nedenini merak ettik. Beton üzerine yazılan yazı, daha sonra stadyuma ahşap oturma sıralarının eklenmesiyle yer yer silinme tehlikesi geçirince rektörlüğe yazının tamamen silinmesi önerilmiş. Gelen cevap “Sakın böyle bir şey yapmayın, ihtiyarlar kızar” olmuş. O ihtiyarlar bizleriz. Yazı silinmediği gibi, yeni tahta sıraların üzerinde de devam ettirilmiş ve 2002 yılında koruyucu bakımı yapılmış.

DEVRİM yazısı, daha sonra, 2008 yılının Kasım ayında sembolik olarak yeniden yazıldı, bozulan yerleri onarıldı. Bu yeniden yazım sırasında yazının özgün yaratıcıları arasında olan Mete Ertekin de vardı. 1969 yılı mayıs ayında Mete Ertekin ile birlikte yazıyı yazan diğer dört kişiden Hüseyin İnan idam edildi; Taylan Özgür İstanbul'da, Alpaslan Özdoğan Nurhak'ta vuruldu. Mete Ertekin ve beşinci kişi olan Mustafa Yalçıner 12 Mart mahkemeleri tarafından idama mahkum edildi. Beşi de SFK üyesiydi.

Mete Ertekin'in anlatımıyla, DEVRİM yazısı, ODTÜ yurtlarının ünlü 201 numaralı odasında Hüseyin İnan'ın “Herkesin okuyabileceği bir yere, çok büyük bir DEVRİM yazısı yazalım” önerisi üzerine yazıldı. Çok geniş bir alana sahip olan ODTÜ'de herkesin kolaylıkla görebileceği yer stadyumun tribünüydü. Yazma işleminin bir gecede bitirilmesi ve bir daha silinmeyecek bir biçimde yapılması gerekiyordu.

Hüseyin İnan, bir yerden, “çok dayanıklı bir Japon boyası” olduğunu duymuştu. Kastettiği, Karayolları'nın asfalt yollardaki şerit ve çizgileri çekmek için kullandığı, Japonya ve Avrupa'dan ithal ettiği boyaydı. Boyanın Karayolları'ndan “edinilmesinden” sonra, Kimya Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden birisi tarafından tedarik edilen hidroflorik asit ile karıştırıldı. Çok tehlikeli bir zehir olan hidroflorik asitin bir diğer özelliği ise camı eritecek kadar korosif olmasıydı. Dayanıklı boya, hidroflorik asitin tribün betonlarını eritmesiyle betonun içine nüfuz edecek ve silinmeyecek bir özellik kazanacaktı.

Yazımdan bir gün önce gizlice ölçümler yapıldı. (Mete Ertekin bu ölçümlerin nasıl yapıldığını anlatmıyor ama büyük ihtimalle İnşaat Mühendisliği Bölümü öğrencileri tarafından yapıldı). Ertesi geceyarısı bu beş SFK üyesi “yüreklerindeki kararlılığı” taşa işlemek için harekete geçti. Yazının dikey ve yatay çizgilerinin düzgün olması için yaklaşık 50 metre uzunluğunda bir halat kullanıyorlardı.

Taylan Özgür'ün “Ya gören olursa ne diyeceğiz” sorusunu Alpaslan Özdoğru “Rektörlüğün emriyle boyuyoruz deriz”, Hüseyin İnann ise, “Yüreğimizin sesini yazıyoruz deriz” diye cevaplıyordu. Mete Ertekin ve Mustafa Yalçıner halatı gergin tutmaya çalışırlarken diğer üçü boya tenekelerine daldırdıkları fırçalarla yazıyı yazıyordu.
“Gün ışırken yazı bitti”. Beşi birden tribünlerden sahaya inip yarattıkları eserin karşısında birer Birinci sigarası tüttürdüler, “yorgun ama gururla” yurtlara döndüler.

ODTÜ'nün günümüzde hayranlık uyandıran direnişinde, ne kadar olduğunu bilmesek de, bir payımız olduğunu hissetmek biz ihtiyarları mutlu ediyor.

Metre Hizmetçileri, Lili von Shtupp ve Hadi Uluengin

12 Şubat, 2012

http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/metre-hizmetcileri-lili-von-shtupp-ve-hadi-uluengin-orhan-kurmus-haberi-51478

Metre hizmetçileri? Şimdiye dek hiç böyle bir şey duydunuz mu? Ben de duymamıştım, duydum. Şifreli kanallar üzerinden abonelerine yayın yapan bir televizyon kuruluşunun son buluşu bu. Kanallardan birinde gösterilen bir filmin alt yazısında aynen böyle deniyor: Metre hizmetçileri!

İngilizce “meter maids” denilen ve sokaklara park edilen araçların parkmetrelere para atıp park ücretini ödeyip ödemediğini denetleyen trafik polislerine böyle bir ünvan yakıştırmayı uygun görmüşler. Bu kuruluş, İngiltere İçişleri Bakanlığı'nın adı olan “Home Office”i “ev ofisi”, ABD Posta Teşkilatının en üst yöneticisi olan “Postmaster General”i “postane komutanı”, şirket ana sözleşmesi diye çevrilmesi gereken “Articles of Corporation”ı “şirket maddeleri” diye çeviriyor. Daha böyle onlarca örnek verebilirim. Ama bir taneyle yetineyim: George Bernard Shaw’un ünlü sahne oyunu “Pygmalion”un çevirisi, “domuz malion”.

Eskiler, “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkün olur” demişler. Ne kadar haklıymışlar. Bu çevirileri yapan ve yapılan çevirileri denetleyen (herhalde denetliyorlardır, değil mi?) kişilerin İngilizce bildiklerini varsaysak bile, çevirilerini yaptıkları dilin konuşulduğu ülkelerin kurum ve kültürlerinden habersiz olduklari gün gibi aşikâr. Buna bir de “Aman, kim uğraşacak şimdi doğru çeviriyle, hem zaten kim farkına varacak” vurdumduymazlığı ve umursamazlığı eklenince ortaya böyle şaheserler çıkıyor. Bu çeviri yanlışlarının kötü niyetle yapıldığını sanmıyorum. Seyircilere saç baş yolduracak düzeye ulaşan bu yanlışlıkların nedeni, bilgisizlik, cehalet ve müşterilerine karşı saygısızlık derecesine varan bir umursamazlık.

Televizyon kanallarını bilmiyorum ama gazetelerde kötü niyetle yapıldığından zerre kadar kuşku duymadığım çeviri yanlışları yapılıyor. Örneğini vereceğim yanlışlığın yanlışlık mı yoksa kötü niyetli bir tahrifat ve uydurma mı olduğuna okuyucu karar verebilir.

“The Taraf” gazetesinde “Sosyalizm Hala Mümkün mü?” temasıyla bu gazetenin yazarları arasında sürdürülen “tartışma”ya 17 Aralık 2011 günü Hürriyet gazetesindeki yazısıyla Hadi Uluengin de katılmak istedi. 24 Aralık ve 7 Ocak günleri yayımlanan yazılarıyla da “tartışma”ya katkıda bulundu ve son yazısını “Gelecek hafta konuyu bütün totalitarizmlerin birlikteliği çerçevesinde noktalayacağım” cümlesiyle bitirdi ama sözünü tutmadı, dördüncü yazısını yazmadı. Kimbilir, belki de “The Taraf”taki tartışmanın taraflarından biri olan Roni Marguiles tarafından bile ciddiye alınmadığı için okuyucusuna verdiği sözü tutamadı.

Brüksel’de Aydınlık Dergisi'nin temsilciliğini yaptığı 1977-1979 yılları arasını “cinnet yılları” olarak niteleyen ve sık sık bu delilikten kurtulmasına hamdeden Hadi Uluengin’in ne tür bir cinnet geçirdiğini bilmiyorum çünkü o dönemin Aydınlıkçılarından birçok kişiyi tanıdığım halde Hadi Uluengin’in adını bile duymamıştım. Cinnetinden kurtulduğunu neden sık sık tekrarladığını da bilmiyorum.

Hadi Uluengin, “The Taraf”taki tartışmaya katkı yapmak niyetiyle kaleme aldığı 24 Aralık tarihli ikinci yazısına şöyle başlıyor:

“İTALYANLAR ulus-devlete kavuşabilmek için çok çile çektiler. Ta 1847’den 1870’e dek Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’na karşı uzun bir bağımsızlık savaşı verdiler.

3. Napolyon Fransa’sı yukarıdaki mücadeleyi sahiplendi. Prusya ise tarafsız kaldı.

Oysa Marx’la birlikte komünizmin “kurucu babası” olan Engels 1859 yılında “Po ve Ren” başlığıyla kaleme aldığı risalede Berlin’in Viyana’yı desteklemesini talep ediyordu.

Ahlâki ve vicdani değerlere aldırmamayı vaaz ederek de harfiyen şöyle yazmıştı:

“Bunun ilâhi adalet ve milli irade ilkesiyle bağdaşmaması bize dert değil. Postu koruyoruz. Hele Almanya bir birleşsin, şu İtalyan didişmesinin de icabına bakılır”.

Buyurun cenaze namazına ve de bilhassa işte buyurun Marksist “namusa” (!)!”

Böylece anlıyoruz ki, Engels, Hadi Uluengin’in tırnak içinde verdiği üç cümleyle, Marksistlerin ne kadar “namuslu” olduğunun kanıtını sunmaktadır. Uluengin’e göre Engels bu üç cümleyi “harfiyen” yazmıştır, yani çeviri tam ve doğrudur. Sonra, devam ediyor:

“EVET evet, Marx da, Engels de tıpkı onların amentüsüne iman etmiş komünistler ve komünist rejimler gibi daha ilk andan itibaren “a-h-l-â-k-s-ı-z” davrandılar.

Devlet “realpolitik”iyle davrandıkları içindir ki işte her iki “kurucu baba” da İtalyan mağdurları gelecek ayın çarşambasına havale ediyorlar. “Didişme” diye de küçümsüyorlar.”

Buradan da anlıyoruz ki, Hadi Uluengin’in “harfiyen” yazıldığını iddia ettiği bu üç cümle Marksistlerin ve komünistlerin namussuzluğunun ve ahlâksızlığının önemli bir kanıtıdır.

Engels’in 1859 yılı Mart ayında yazdığı ve Nisan ayında Berlin’de yayımlanan, özgün adı “Po und Rhein” olan bu broşürde Hadi Uluengin’in “harfiyen” yer aldığını iddia ettiği bu cümleler, hiç süphe yok ki bir namussuzluğa ve ahlâksızlığa işaret etmektedir, ama o broşürde yoktur. Engels’in broşüründe “harfiyen” yer aldığı iddia edilen bu cümlelerin kimin namussuzluğunu ve ahlâksızlığını kanıtladığına ise okuyucular kendileri karar verebilirler.

Bu yazının başlığında geçen Lili von Shtupp’tan hiç söz etmedim. Merak eden okuyucular internette bir arama motoruna bu adı yazdıkları takdirde en az 20.000 referans bulacaklar. Birkaç tanesini okurlarsa bu yazı ile Lili von Shtupp’un ilişkisini kolaylıkla bulabilirler.